Hikayemiz 1920’de (Wolfgang_Köhler ) yapılmış bir deneye dayanan bilindik ama bir o kadar da düşündürücü bir hikaye. Bilim adamları bir kafesin ortasına bir merdiven yerleştirir, tepesine bir hevenk muz asar, içine de 5 maymunu salarlar. Sorumuz şu, beşi de aç olan maymunların hiç biri muzları yemek için harekete geçmez. Peki neden; merdiven mi dik gelmiştir, yoksa daha derin bir sorun mu vardır.

Önce şunu söyleyelim seçenek ‘a’ değil. Zira metrelerce yükseklikteki ağaçlara tırmanan maymunlara hangi merdiven dik gelebilir ki.  O halde daha derin sorunu bulmak için öncesine gidelim.

Bilim adamları ilk defa 5 maymunu kafese koyduklarında içlerinden en uyanık olanı hemen muzlara ulaşmak için harekete geçer aslında. Ancak elini muzlara değer değmez tüm maymunlara, kafesteki düzenek yardımıyla,  buz gibi suyla duş yaptırılır. Maymun bundan rahatsız olsa da muzlar çekici gelir, bir daha tırmanır.  Ve hepsi tekrar ıslanırlar, sonra tekrar. Sonra içlerinden biri tam hamle yapacağı sırada diğer maymunlar tarafından aşağı çekilir ve üstüne de bir güzel sopa yer. Artık manzara değişmiştir. Maymunlar aç oldukları gibi ıslak ve üşümüşlerdir de. İçlerinden herhangi biri muzlara doğru adım attığı anda kaçınılmaz sonla karşılaşır, dayak yer ve vazgeçirilir.

Bilim adamları bakarlar ki hiç bir maymun artık hamle yapmıyor, içlerinden birisini yeni bir maymunla değiştirirler. Hiç ıslanmamış ve hiç bir şeyden haberi olmayan yeni maymun rakipsizliğin verdiği rahatlıkla muzlara doğru hamle yaptığı anda sopa yer. Bir hamle daha, yine aynısı olur. Ve o da kafesin kenarına geçip gözü muzlarda oturmaya başlar. Bilim adamları bu defa ikinci maymunu değiştirirler. Sonra üçüncü maymun değişir, sonra dördüncü ve en sonunda beşinci. Hep aynı senaryo tekrarlanır, dayağını yer, gözü muzlarda kenara otururlar.

Ancak son resimde çok önemli bir fark vardır. 5 aç ve ‘kuru’ maymun kafesin kenarında oturup tepedeki muzlara bakmaktadır. Hiç biri ıslanmamış olmasına, muz alır ise ne olacağını bilmemesine rağmen gidip muz yemeye çalışmamaktadır.

Bu hikaye bana hep ilginç gelmiştir, Toplumsal kuralların, kaygıların, mitlerin nasıl oluştuğunu açıklar. Ancak başka konulara da açıklama getirir. Örneğin eğitimlerimde sürekli ‘yeni nesil bir garip daha ilk günden ne zaman müdür olacaklarını soruyorlar’ diyen abilerin durumlarını açıklar. Kendileri de aslında ilk günlerinde aynı heyecanları duymuş, aynı planları yapmışlardır. Ama sonra akışa bırakıp ‘uyum’ sağlamışlardır; dikkat etmezlerse yeni gelenlerin de yakında olacakları gibi. Veya yeni fikirlerle gelenlere, farklılık arayanlara ekiplerin nasıl kendilerini kapattıkları gelir aklıma,  aykırı olmamak adına susmayı ve uymayı tercih edenler. Din veya toplumla ilgili inanışlar, kurallar gelir aklıma. Gerçekte olmayan pek çok inanış sebebi ile insanların yaşadıkları eziyetler; kalıplardan çıkamayan bizlerin ‘dizini kırıp’ oturması gelir. Etraf ne der, başkaları nasıl düşünür, annem babam kızar, üzülür diyerek fikirlerini söyleyemeyen, kendisini ifade edemeyen, hayatlarını gönlünce yaşayamayan insanlar gelir aklıma. Ve üzülürüm o pırıl pırıl insanların durumuna.

En büyük korkumuz yeterli olmamamız değil

En büyük korkumuz düşümüzün ötesinde güçlü olmamız

Işığımızdır en büyük korkumuz karanlığımız değil

Kendimize sorarız, ben kimim ki bu kadar parlak, muhteşem, yetenekli, harika olayım

Aslında neden olmayasın ki

Küçük olmaya çalışman dünyaya hizmet etmiyor.

Diğer insanlar yanında güvensiz hissetmesin diye küçük olmaya çalışmanın içinde ilham verici hiç bir şey yok

Biz, çocukların yaptığı gibi parlamak için yaratıldık.

‘Marianne Williamson’un şiirinden alınmıştır.’

Siz ne zaman kafanızın içindeki sıkıcı kalıpları, olmayan varsayımları, yanlış önyargıları, enerjinizi tüketen bağlanmışlıkları, engelleyici kaygıları kıracaksınız, ne zaman içinizdeki ışığı bizler; sizi sevenler ve sizinle var olanlarla paylaşacaksınız? Ne zaman ışığınızla örnek olacaksınız?

Eren Ikiz